SİTEMİZE HOŞGELDİNİZ...
   
  “Devrimin amacını kavramış olanlar sürekli olarak onu koruma gücüne sahip olacaklardır.” TEK YOL KEMALİST DEVRİM!!!
  Makaleler
 

(...) Acaba Osmanlı unsurları arasında diğerlerim temsil edebilecek kadar medeniyetçe kavi bir unsur var mıdır? Eğer yok ise, Osmanlı'daki farklı unsurlar birleşip bir "yeni millet" meydana getirebilirler mi?

 

Türkler, İslam dininin verdiği büyük kuvvet ve iktidardan istifade ederek kudretli oldukları devirlerde bazı unsurları Müslümanlaştırmaya ve bu vasıta ile Türkleştirmeye muvaffak olmuşlardı. Lakin son devirde bu önemli faaliyetleri kesintiye uğradı. Hatta son zamanlarda, evvelce Türkleşmiş olan Anadolulu bazı gayrı Müslim unsurlar, asli kavimlerine yöneldiler. Ortodoks kilisesinin kuvvetli zamanlarında, Rumlar Ortodoks mezhebindeki kavimleri, kilise vasıtasıyla Rumlaştırmışlardı. Fakat "milliyet asrı" denilen miladi XIX. yüzyılda, bu Rumlaşmış Hristiyanlar da eskiden bağlı bulundukları kavimlerini arayıp buldular. Ve hatta bazıları milliyeti kuvvetlendirmek uğrunda dinlerinden ayrılmadan bile çekinmediler. Demek oluyor ki Osmanlı memleketlerinde medeniyetçe en kavi olan Türk-Müslüman ve Rum-Ortodoks unsurları diğer unsurları temsile teşebbüs etmişler ve evvelce bir dereceye kadar başarıyı yakalamışlarsa da teşebbüslerim amaçlanan yere ulaştıramamışlardır. Bu başarısızlığın farklı sebeplerinden birisi, muhafazakarlıkta, temsil siyasetinde menfaatleri Türklerle müşterek olan Rumların da yaygın harekete kapılıp milliyetçilik fikrine fazla önem vererek Türklerin aleyhine isyan etmeleri ve böylece Osmanlı İmparatorluğu'ndaki iki muhafazakar kuvvet arasına nifak ve kavga girmiş olmasıdır. İtiraf olunmalıdır ki Rumların isyanından beri Osmanlı Devleti'nde ne Müslüman-Türkler ve ne de Ortodoks-Rumlar, bir buçuk asır evvelki iktidar mevkilerine bir daha sahip olamamışlardır. Böylece Türk ve Rumların temsil rolünü üzerine alıp onların yerine geçecek kadar kavi olan diğer unsurlar da ortaya çıkmamıştır. Bundan dolayı miladi XIX. yüzyılın ortalarından itibaren "temsil" siyaseti terk edilmiştir. Hatta zannıma göre, söylenen asrın ortalarında mükemmel bir gösterişle ilan edilen padişah fermanları, hakimiyet kuvvetine sahip Türklerin, artık "temsil" iktidarlarının yok olmasını resmen tasdik ve itiraf ederek "temsil" makamına karışabilmek istediklerinin açık delili olan vesikalardan başka birşey değildir.

 

Tanzimat devrinde esas maksat, unsurların uyumu ile Osmanlı saltanatının birlik ve bağımsızlığını muhafaza etmekti. Lakin tarih gösteriyor ki Tanzimat, bu uzlaşmayı temin edemedi. Osmanlı saltanatı birbirinden ayrılmaya devam etti. Geçmişte uzlaşmanın meydana gelememesi, bağımsızlığı mahkum edebilir. Geçmişte, farklı unsurlara hürriyet ve eşitliğin tamamını veren bir meşrutiyet idaresi mevcut değildi; unsurların birbiriyle uzlaşmasına hizmet eden eğitim müessesemiz, iktisadi faaliyetlerimiz mükemmelleşmemişti, demek mümkündür. Uzlaşmanın mümkün olmadığına tarihimizden getirilecek delil zayıf görülse bile, Osmanlı memleketlerindeki yerleşik olan mevcut unsurları göz önüne getirip bir lahza olsun ciddi düşünecek ve düşündüğümüzü söylemekten çekinmeyecek olursak, bundan böyle de "uzlaşma"nın mümkün olmadığını itiraf etmeye mecbur oluruz. Osmanlı tebasından olan unsurların tarihi, ananesi, dini, münasebetleri, çalışma ve hayalleri, tefekkür farzını, geçim şeklini, medeniyetteki seviyesi o kadar diğerlerinden farklıdır ki bunların "uzlaşma" suretiyle birleşmesini düşünmek bile gariptir. Kosova ovasında çiftçilik eden bir Hristiyan Sırp ile Vecd çölünde bedevi bir halde yaşayan bir Müslüman Arap'ın ne gibi bir temas noktası olabilir. Bunların ne çeşit bir birliği, uzlaşmayı istediği düşünülmektedir.

 

Sorarım: Hiçbir Müslüman, unsurların birliği uğrunda belirli olan dini şahsiyetinden zerre kadar fedakarlıkta bulunabilir mi? Unutulmamalıdır ki İslam dini, sırf bu dine bağlı olanların ahlakını düzeltmek, ahiret saadetini temin etmek için ahlaki vasiyetlerin menzilinden ibaret olmayıp, insanların evinde saadetini sağlamak haysiyetiyle dünyadaki ferdi ve toplumsal işlerini de düzenleyen mükemmel bir dindir: İslam dini tam bir medeniyettir. Keza, Rum ve ya Bulgarların bugün iyi belirmiş milli bir simaları, Hristiyan-Avrupa medeniyetine dahil hususi bir medeniyet şekilleri vardır. Bunlar, o milli simadan, o medeniyet şeklinden hiç ayrılmak isterler mi? Pek geniş olan Osmanlı memleketlerinde, iki medeniyet, hayat ve cihana göre bir diğerinden pek farklı iki hayat felsefesi çarpıyor. Bunların uzlaşması mümkün müdür? Mümkün değilse, hangisi diğerinin üstünlüğüne uygunluk gösterir?

 

Tanzimat devrinde "uzlaşma" zannedilen şey, esasen Osmanlı'daki farklı unsurları., Fransız medeniyetiyle temsil ettirmektedir. Bu uyuşmanın en maddi tecellisi "Mekteb-i Sultani" denilen Galatasaray Lisesi'dir. Buraya ve bunun sayısı arttırabilecek emsaline dahil olan gelecek nesiller, Fransız lisanı, Fransız medeniyetiyle yoğrularak unsurların birliğine hizmet eden yeknesak ve düzgün bir terbiye görecek ve Rumluğunu, Bulgarlığını, Araplığını... v.b. unutarak, "Osmanlı vatanına sadık, fakat Fransız medeniyetine tabi Osmanlı vatandaşları" olmak üzere yetiştirilecekti. Lakin görünen neticeleri ne oldu? Bulgar ihtilalinde Bulgaristan'ın bağımsızlığı için en çok çalışanlara Bulgar beyliğinin ileri gelenlerinden bazılarının Mekteb-i Sultaniye'de terbiye edilmiş olduğu görüldü. Elhasıl, acizane zannıma göre, Osmanlı memleketlerinde artık "temsil'in imkanı olmadığı gibi "uzlaşma"nın da meydana gelmesi mümkün değildir.

 

Bu metinler "Türklük" konusuna hasredilmiş uzun bir makaleden alınmıştır. Rusya Türklerine verilen önemi ve "usta" Gasprinski'ye duyulan şükran hislerini ifade etmesi açısından kayda değer özellikler taşımaktadır.

 

Yusuf Akçura 

Türkiye'de Kemalizm mücadelesinin iki esası var. Bunlardan birincisi, Türk gençlerinin Kemalizmin ne olduğunu öğrenmesi lazım. Türkiye'de, en azından elli senedir, hatta belki daha uzun zamandan beri herkes "Atatürkçü" olduğu halde Kemalizmin eğitimi ve öğretimi yok.

Mustafa Kemal Paşa'nın, hareketin başından itibaren söylediklerini bile derli toplu vermemişler. Sadece Nutuk'tur ortada olan. Bir de Söylev ve Demeçleri diye üç ciltlik bir kitap. Daha önceleri Enver Ziya Karal gibi bir takım hocaların yaptıkları derlemeler vardır Mustafa Kemal Paşa'dan. Onları bir okusanız, onlarda bile Mustafa Kemal Paşa'nın ne yapmak istediği iyi kötü anlatılmıştır, İsmet Paşaya rağmen.

Çünkü İsmet Paşa başımızdaydı o dönem. Yine de Enver Bey'in kitabından, hareketin nasıl bir halk hareketi olduğu, nasıl bir mazlum millet hareketi olduğunu cümlelerin içinden, arasından anlıyorsun. Ben bunu 1957'de okudum. Daha o zaman uyandım.

Gençler oturacak kafayı yoracaklar, o günkü şartları inceleyecekler, o şartlar içerisinde Mustafa Kemal Paşa'nın koyduğu tavırlara bakacaklar, görüşleri, belgeleri nasıl kullandığına bakacaklar ve oradan da bir sonuç çıkaracaklar. Bir kere bunu öğrenelim.

Peki bu öğrenme nasıl olacak? Bu öğrenme bugün Türkiye'de geçerli olan eğitim ve öğretim sistemiyle mümkün değil. Çünkü eğitim ve öğretim işleri, yani bugün geçerli olan sistem Mustafa Kemal Paşa'nın Türkiye'de 'İnkılap Kanunu' diye getirdiği Tevhid-i Tedrisat'ın delinmesi ile oluşmuştur. Tevhid-i Tedrisat ne istiyor ise aksi yapılıyor. Ve böyle bir sistemin içinde gençlerin Gazi'yi öğrenmesi mümkün değil. Öğrenmemesi için de elden gelen her şey yapılıyor zaten. Çünkü Gazi'yi öğrenirse, 'Ya siz ne yapıyorsunuz' diyecek.


Yurttaş Yetişmek


Gazi'yi nasıl öğreniriz? Ne zaman ki öğretim ve eğitimin amacı, yurttaş yetiştirmek olur, o zaman öğreniriz. Biz yurttaş olarak yetiştiriliyorduk. Amaç bir lise mezununun, memleketin geleceği hakkında fikir sahibi olabilmesi idi.

Biz liseye başladığımız sıralarda Türkiye'de lise mezunu olmak çok önemli bir şeydi. Çünkü zaten bir tane üniversite vardı. Lise mezunlarına çok önem veriliyordu. O zaman okutulan kitapları alıp baktığınız zaman hayretlere düşersiniz. Lisenin ikinci sınıfında öyle bir tarih kitabı vardır ki okutulan, bu gün o kitabı Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nde okutsanız millet sınıfta kalır. Bayağı etraflı, kapsamlı, derin kitaplardı.

Bunların dışına çıkarsan, tarih diye ellerine şu kadarcık kitap verirsen o zaman bu çocuklar Mustafa Kemal'i nasıl öğrenirler? Öğrenemezler ve öğrenemiyorlar. O nedenle de yurttaş yetişemiyor.

Yurttaş yetişmek ne demek? Yurttaş yetişmek demek, gerek manevi düzeyde gerek maddi düzeyde üretici olmak demek. Yurttaş, işçiyse veya köylüyse çabasıyla üretecek. Aydınsa fikirleriyle, sanatçıysa eserleriyle üretecek.

Dikkat edip bakarsanız Mustafa Kemal Paşa'nın devrinde Türkiye'de bütün bunlar son derece yolunda. Türkiye son derece ulusaldır. Ulusallık o kadar önemlidir ki, Türkiye'deki on, on beş tane kadar yabancı sermayeli kuruluşların hepsinin tıkır tıkır paraları ödenmiş ve herifler kovulmuştur. Ve bu Türkiye'de, yani yabancı kuruluşları teker teker sepetleyen Türkiye'de şimdi yabancı sermayeyi getirmek için yapmadığımız şaklabanlık kalmıyor. Ve bunun Atatürkçülük olduğunu söyleyebiliyorlar. Bu kadar da yüzsüzleşmiş durumdadırlar.

Tüketici Değil Üretici Yurttaş

Üreticilik vasıflarıyla yetişmesi lazım gelen gençler Atatürkçü bir eğitimden geçseler o taktirde Mustafa Kemal'i de anlarlar, Kemalizm'in ne olduğunu da anlar ve memleketin geleceği için ne yapmak lazım geldiğini de. Ama sen Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nu delersen, misyoner okullarını bu defa devlet eliyle kurarsan ve yabancı dili memlekette yaygınlaştırsan, özel eğitimi teşvik edip devlet eğitimini üvey evlat haline getirsen, o zaman ne yetişiyor, o zaman üretici yetişmiyor tüketici yetişiyor.

Tüketici çok kötü bir insandır. Çünkü üretici ne kadar aktif ise tüketici o kadar pasiftir. Tüketici, enayi bir adamdır. Yani hep birileri sen şunu al, sen bunu al der, o da, acaba ben şunu mu alsam, bunu mu alsam tereddütü içinde yaşar. Memleketi veya geleceği hiç umurunda değildir. Bu mantıkla yetiştirdiğiniz zaman, yani senin yetiştirdiğin gençler üretici değil tüketici oldular mı, onlardan memleketle ilgili başka şey beklemeyin. Başka şey yapamazlar. Onlar sadece daha çok tüketebilmek için daha çok para kazanmayı düşünürler. Daha çok para kazanmak için de yapmayacakları yoktur.

Bir de ideoloji olarak getirip liberalizmi korsan önlerine... Zaten liberalizm nedir? Sosyal Darwinizm'dir. Sosyal Darwinizm nedir? 'Güçlü olan ötekini ezer'dir. Yani ormanda aslan üçlü olduğu için nasıl hakimse, nasıl zavallı kurt avladığı hayvanı aslan gelince ona bırakıp gidiyorsa, burada da öyle olacak. Güçlü olan sermaye gelecek öbürünün sırtına binip basacak.

Bu çerçevenin içinde sen bir tüketim toplumu haline gelirsin. Bir tüketim toplumunun Kemalist kalması da mümkün değildir. Mustafa Kemal Paşa'nın ideali çok açıktır: Sanayini kurmuş, hem de en mükemmel sanayini kurmuş, ordusunu, donanmasını, hava kuvvetlerini kendi üretimi ile takviye edip donatabilen, memleketin içersinde en son eğitim imkanlarını köylüsünden başlayarak halkına tatbik edebilen, en azından yüz milyonluk bir Türkiye.

Mustafa Kemal Paşa güçlü bir Türkiye çizmeye uğraşıyor. Güçlü Türkiye'yi kurabilmek için de sanayileşmenin kaçınılmaz olduğunu görüyor. Sanayileşme fikri Kemalistlerde, Kemalist eğitimde o kadar hakimdir ki, sonradan Türkiye'ye bizzat Amerika'nın lanse ettiği Demirel bile senelerce 'sanayileşme, sanayileşme' diye bağırmış o yüzden de iki darbe yemiştir. Çünkü fakında değildi Amerikalıların Türkiye'nin sanayileşmesini istemediğinin. Diyor ki, büyük Türkiye. Ama Amerikalılar büyük Türkiye istemiyorlar. Küçük Türkiye istiyorlar. İki darbeden sonra anladı Demirel ancak Amerikalıların sanayileşme istemediğini.

Bir defa şimdi Türkiye'de yetişen çocuklar kötü yetişiyorlar. Peki bunun çaresi ne? Bunun çaresi basit. Anayasada İnkılap Kanunları hala mercidir. Orada yazıyor. Darbelere rağmen İnkılap Kanunları Türkiye'de muteberdir. O zaman kim eğer Tevhid-i Tedrisat Kanunu'na aykırı hareket ediyorsa anayasa mahkemesine başvurulur. Diyeceksiniz ki: Bakın bu burada muteber. Anayasa'da yazıyor. Siz burada yabancı tedrisat yapan okul açamazsınız, bu Anayasa'ya aykırıdır. Versinler bakalım cevabını, ne diyecekler.

Buradan hareket ederek, yani Anayasa'da bizzat zikredilmiş olan Devrim Kanunları'nın geçerliliği meselesini Anayasa Mahkemesi'nin önüne getirerek Türkiye'de çok ciddi bir dalgalanma yaratılabilir. Bir kere bu var. Çok merak ederim mesela ADD niye bunu yapmıyor?

Üç tane Misak-ı Milli var. Birincisi toprak bütünlüğü meselesi, ikincisi say Misak-ı Millisi, üçüncüsü de Maarif Misak-ı Millisi. Bu üçünü bu memleketin temeli diye koymuş adam, bunu görmek zorundayız. Oysa şimdi bunları teker teker ortadan kaldırıyorlar. Onun için önce bir kere bunların çok net olarak ortaya konması lazım.

Gazi'nin tasarladığı Türkiye nasıldı? Şimdi birileri çıkıp diyor ki 'bunlar o zaman geçerliydi.' Mustafa Kemal Paşa doğmatik değildir. Bir kere bunu görmek lazım. Mustafa Kemal Paşa'da düşünce diyalektiktir.


Gazi Batılı Değildi


Nereden bu çıkıyor? Çok basit. Gazi , hiçbir zaman Batı medeniyeti gibi olacağız dememiştir. Çağdaş uygarlık seviyesi demiştir, muasır medeniyet demiştir. Peki muasır medeniyet seviyesi bir yere mahsus ve sabit midir? Asla. Bu gün Batı'da olur, yarın Asya'da olur, öbür gün Afrika'da olabilir. Nerede olursa olsun Türkiye için hedef o seviyeyi yakalamaktır. O seviyeyi yakalamak için mücadele etmektir.

Yalnız eğer bugün dünyada medeniyet Atlantik'ten Avrasya'ya kayıyorsa bunu görmek lazım ve Mustafa Kemal Paşa'nın görüşlerini bu istikamette uygulamak lazım. Diyorlar ki Gazi Batılıydı. Nereden biliyorsun sen Gazi'nin Batılı olduğunu? Gazi Batılıyım demiyor ki.

Bir örnek vererek Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa arasındaki farkı biraz anlatayım. Mustafa Kemal Paşa Sofya'da Ateşemiliter olduğu sırada operaya gitmiş çok beğenmiş. Ondan sonra Viyana'dayken de gitmiş, sonra galiba Berlin'de de gitmiş, operayı beğenmiş. Bir başkentte opera olması lazım. Ankara'yı başkent yapmışlar, Ankara'da opera yok, olacağı da yok. Daha dökülüyor Ankara.

Mustafa Kemal Paşa bir opera yapılsın istiyor. Bir şairle anlaşıyor, ona bir konu veriyor. Ve bu konu üzerinde düşünelim diyor. Verdiği konu Türk tarihiyle ilgili bir konu. Önce bir metin çıkıyor ortaya. Şimdi bunun bestelenmesi lazım. Bunun için bizim bestekarlardan kim var, Ahmet Adnan Bey'i çağırıyor. Ahmet Adnan Bey geliyor, onunla konuşuyorlar, ona durumu anlatıyor, diyor ki; " bizden olan, bizim olan bir eser yapalım" Ahmet Adnan zaten Türk müziğini çok iyi bilen bir adam. Oturuyor ona göre bir beste yapıyor. Arkasından bunu kim söyleyecek? Bunu söyleyecek kişi Almanya'da tahsil yapmış Nurullah Taşkıran. Opera sanatçısı. Onu getiriyorlar. Hasılı her şeyi Türk, her şeyi Anadolu olan bir opera yapılıyor. Ve bu opera Halk Evi'nde temsil edilmiş. Atatürk son perde kaçmış, beğenmemiş. Şimdi sefirler gelir, ben görünmeyim kaçıyım, demiş. Bu işin şakası ama bu doğrudur, gittiği doğrudur.

İsmet Paşa, Gazi öldükten sonra operayı açmaya karar aldı. Devlet Konservatuarı'nı kurdu. Başına kimi getirdi? Karl Ebert diye bir Almanı getirdi. Ondan sonra ilk temsil ne oldu? Smetana'nın Satılmış Nişanlısı oldu. Şimdi ha Abdulmecit'in saraydaki fasıl eğitimini dağıtıp yerine İtalya'dan Donizetti Paşa'yı getirmesi, ha İsmet Paşa'nın Karl Ebert'i getirmesi. Arada hiçbir fark yok.

Mustafa Kemal Paşa'yla bunlar taban tabana zıt. Mustafa Kemal Paşa bu milletin içinden, bu milletin kültüründen yeni bir aşama, ulusal bir kültür istiyor. Bunlar, Batı kültürüne nasıl benzeriz diye uğraşıyor. Bu bir sömürge mantalitesi. O bakımdan arada da zıtlık vardır.

İsmet Paşa Dönemi Tanzimat'a Dönüş Çizgisidir

Mustafa Kemal'in gerek kültürdeki gerek sanattaki bakışlarına da ters hareket edilmiştir. Mustafa Kemal Paşa hiçbir zaman Batıyla antlaşma yapmadı doğrudur. Gazi öldükten sonra hemen İsmet Paşa gitti İngilizlerle ve Fransızlarla ittifak yaptı. Bu doğrudur da şurası atlanır. Ondan bir sene sonra da Yunan-Latin sistemine geçti bizim eğitim. Niye? Gazi niye böyle bir şey düşünmemişti de o yaptı? Çünkü Batılılar ona enjekte ettiler. Dediler ki; siz Batılı olun boş verin Mustafa Kemal'in laflarını.

Biz de babamız da sanki Yunan-Latinmiş gibi kalkıştık bu işleri öğrenmeye. Biz bunu yaşadık. Derste oturup Sophokles'i okuduk. Hiç kimseyi ilgilendirmeyen bir şey. Edebiyat dersinde haftada 1 saat okutulurdu. Ankara'da Latin müzesi kuruldu. Çocuklar oraya gelirlerdi 'mancare, sui generis' böyle papaz gibi konuşuyorlardı. Türkiye'ye bunu İsmet Paşa layık gördü ve Türkiye'nin büyük kalkınması diye koydu.

Bu kalkınma, malkınma değil. Çok açık bir şekilde Tanzimat'a dönüş. Şimdi bu mantalitenin sonu nereye geldi. Gene Sevr'e geldi. Ama Gazi'yle olsaydı hiçbir zaman oraya girilmiyordu. Çünkü gerek 1938'de Almanlara karşı Fransız-İngiliz ittifakı, gerekse Rusya'ya karşı NATO ittifakı, Mustafa Kemal Paşa'nın Türkiye savunma mantalitesinin tam karşıtı. Mustafa Kemal Paşa Batı'ya karşı arkasını Asya'ya veriyor, cenahlarını Rusya ve güneyle sağlamlaştırıyor. Bu günküler tam tersine Doğu'ya cephe alıp arkalarını Batı'ya veriyorlar. Ondan sonra da bunun Atatürkçülük diye bu memlekete yutturmaya uğraşıyorlar.

Emperyalizme Karşı Doğu Cephesi

Mustafa Kemal Paşa'nın yaptığı strateji çok açık, çok belli. 1920'nin Şubat ayında yaptığı bir durum muhakemesi var. Orada Anadolu'nun nasıl savunulabileceği meselesini tartışır. Bunu bütün kumandalara telgrafla çeker. Orada çok açık söylüyor. Kafkasya'da cephe kurdular. Çünkü o zaman Gürcistan ve Azerbaycan, her ikisi de İngiliz yönetiminde. Yani başlarında Türkler veya Gürcüler var gibi görünüyor ama doğrudan doğruya İngilizlerin kontrolünde. Ne yapıp yapıp bu iki hükümeti devirip Bolşeviklerle temas sağlamalıyız diyor. Çünkü onlar da, biz de emperyalizme karşıyız. Kullanılan tabir aynen şu: emperyalizme karşı müşterek mücehedan oluştu, onlara karşı beraber cihat yapacağız. Bunu Mustafa Kemal diyor.

Emperyalizm olduğu yerde duruyor. Başımız dahil hiçbir yerden gitmedi. Mazlum milletler olduğu yerde duruyor, perişan haldeler. Peki Türkiye ne diye olduğu yerde durmayıp da bu tarafa doğru kayıyor? Bu ne demek, bunu izah etmek lazım Türk halkına, Türk gençliğine. Türk halkı, Türk gençliği bunu görmek zorunda.

Bu da yurttaş yetiştirmekle mümkün, yurttaş yetiştirmezsen ne Türk bilinci olur, ne tarih bilinci olur. Bunlar olmadı mı da memleketi korumaz, memleketi değil kendi çıkarını düşünür. Tüketici olur o, enayi tüketici. Acaba şuna mı taksit açayım, buna mı taksit açayım olur.

Şimdi buraya kadar gelindi ama buradan çıkmak lazım. Her şeyin başında üretici olmak yeter. Burada çok büyük bir sorun var karşımızda; üretici somut olarak ele alındığı zaman işçi ve köylü.

İşçi ve Köylünün Durumu

Bizde işçiler inanılmaz bir rehavet içinde. Ayakta uyuyorlar. İşçinin bir şeyler üretmesi lazım. Onuna elinde bir de üretim gücü var. Üretim gücü ne kadar, tüm ülke genelinde? Baktığımızda yurt çapında büyük fabrikalarda grev olmaz, küçük işletmelerde olur. Böyle büyük, çarpıcı, siyasi amacı olan ve mesela Kemalizmin amaçlarını savunan bir grev yok. Bir tek DİSK' in küçük bir takım hareketler vardır. Çok büyütülmüştür onlarda.

Peki niye Türk işçileri de üretim gücünü kullanmıyor? Çünkü Türk sendikacılığı üretim gücünü, Türkiye'nin üretim bilincini temsil etmiyor. Ya neyi temsil ediyor? Onlar aynen TÜSİAD gibi devlet vasıtasıyla halkın vergilerinden ne koparabilirimin peşinde. Türkiye'de sadece kamu işletmelerinde greve giderler veya toplu sözleşme patırtısı yaparlar. Çünkü özel sektörden ayrılmışlardır, girmeye de çalışmazlar. Yani sarı sendikacılığın daniskası Türkiye'de resmileştirilmiştir. Şimdi bu resmileştirilmiş sendikacılığın devlet dairesinden hiç farkı yoktur.

O zaman asıl verici, atılgan geliştirici olması gereken işçi sınıfı Türkiye'de tam manada ensesine vur, ağzından lokmasını al halindedir. Bir kere bunun değişmesi lazım. İşçilerin gözlerini açmaları, başlarındaki o sendika ağalarından kurtulmaları lazım. Çünkü onların düşündükleri doğrudan doğruya, o gidince yerine ben geçeyim hikayesi, başka bir şey düşünmüyorlar.

Bir de sanki onların görevi gibiymiş inanılmaz dergiler çıkarıyorlar, inanılmaz neşriyat yapıyorlar. O neşriyat asılında orta çapta bir üniversitenin yapacağı neşriyat. Onu okuyacak olanlar da üniversite öğrencileri. İşçiler onu anlamaz. Asla işçilere hitap eden doğru dürüst bir neşriyat yapmıyorlar. Asla bir işçi aksiyonu yok, asla bir işçi bilinçlenme hareketi yok.

Gelelim köylülere. Köylülerin halleri daha da perişan. Niye perişan? Türkiye'nin çayı var, buğdayı var, armudu var. Bunların hiç biri yokmuş gibi bunlar ithal ediliyor. Açtık kapıları. Köylüler sefalete düşüyorlar. Kimsenin duyduğu yok. Köylüler hiçbir şey yapamıyorlar. Niye? Çünkü onlar da mantalite olarak işçiler gibi. Üretici mentalitesinden çıkıp tüketici mantalitesine girmiş durumdalar. Hiçbirisi bir araya gelerek toplumsal bir iş yapmak dolayısıyla politika üretilebileceğini düşünmüyorlar. Herkes yolumu nasıl nasıl bulurum dalgası içinde.

Liberal toplumların yapısında olan bir şey. Aslında bugün devletimizin hala Türkiye cumhuriyeti. Bunu unutuyorlar; Türkiye demokrasisi değil ki. Üstelik sosyal bir cumhuriyettir. Anayasasında hala bu nitelikleri taşıyan bir cumhuriyette sen işçileri köylüleri bile adamını bul politikasına soktuysan eğer iş gitmiştir. Çünkü Türkiye'de işçiler köylüler ve aydınlar bir araya geleceklerde oradan bilinçli bir Kemalizm çıkacak.

Ama bunları bir araya getiremezsen, işçiler diyelim ki mal mülk sevdasına düşer, KİT'leri nasıl soyarım diye düşünürse, köylüler adamını bir bulsak da hangi Meclis acaba beni kurtarır diye düşünürlerse, aydınlar da nasıl olur da Amerika'ya kapağı atarım hayali içinde olursa o zaman sen zaten Sevr'e müstahaksın. Öyle bir yere getirmişsin ki memleketi herkes başka bir şey düşünüyor. Onun için bu sistematik çok önemli.

Hareket İşçi Sınıfına Dayanmalı

Türkiye'de yapılacak bir hareketin kesinlikle işçi sınıfına dayanması lazım. Dünyanın her tarafında böyle. Şimdi birileri diyorlar ki artık işçi sınıfı bitti. İşçi sınıfına ihtiyaç kalmadı. Otomatizm geliyor bilmem ne. Doğrudur ama bu işçi sınıfının bittiği demek değildir. Marksist literatür mükemmel bir şekilde bilime uyuyor. Bunları öğrenmek gerekiyor. Bunları öğrendiğin takdirde işçilerin nasıl hareket edebileceğini, köylülerin nasıl hareket edebileceğini çok güzel söylüyorsun.

Aydınlar da bir şey yapabilirler ama aydınlar bunu yapacaklarına Mustafa Kemal Paşa'ya nasıl söveriz onu düşünüyorlar. Kemal Paşa'ya sövmekle bir şey çözemezler. Neden? Çünkü O orada duruyor, yaptıkları orada duruyor. Birisi gelir kurcalar, laflarını bulur, önüne koyar mahçup olursun.

Çünkü Kemal Paşa hiç utanılacak bir şey söylememiştir. Merakla aradım ben yani bir yerde de yanlış bir şey söylemiş olsun, hayır utanacağı hiçbir sözü yok. Bütün sözleri memleketi için, memleketin geleceği için. Hatta bir çok yerde mazlum milletler için çok net tavır alıyor.

Hatta 1933'te bile o büyük günden on sene sonra 30 Ağustos'ta bir konuşması var. Başkumandanlık Meydan Muharebesi yerinde. Orada o lafı söylüyor: güneşin doğuşunu nasıl görüyorsam Doğu'nun uyanışını da öyle görüyorum.

Ama şimdi nerede Doğu ülkeleri ayağa kalkarsa kafalarına vurmaya gidiyoruz. Ve bunu büyük bir marifetmiş gibi söyleyebiliyoruz. Bu Mustafa Kemal'cilik değildir. Bu Kemalizm değildir. Bu doğrudan doğruya Türkiye'nin Tanzimat rayına oturtulmasıdır.


İlhan Selçuk 1 Mayıs coşkusunu hasta yatağında kelimelere döktü işte yazısı

"Henüz hastanedeyim... Ama, bugün 1 Mayıs... Selam sana 1 Mayıs..."

Gece hastaneye apar topar götürülürken anımsadım ki Ahmet Haşim’ i Yahya Kemal’ den daha çok severim; şiire vurgun olanların bildikleri aşağıdaki ünlü dizeleri onun yazmasını temenni ederdim:

Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış ..

Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle..

Gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış ..

Eski Şiraz’ı hayal ettiren ahengiyle..

Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde..

Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter..

Ve serin serviler altında kalan kabrinde..

Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter..”

Peki, Yahya Kemal’in bu güzelim şiirinde eksik olan neydi?

Yanıt çelişkili ve garip.

Azrail!..

.

Niçin?..

Çünkü Azrail pek sevimli bir melek sayılmaz:

“- Aman Azrail aman.. Tanrı’nın birliğine yoktur güman...”

Şiirin sözcüklerine yeniden bir göz atalım:

Gül..

Bahçe..

Bülbül..

Bahar..

Ahenk..

Azrail’in ne işi var bunların arasında?..

.

Son günlerde çoğu zaman kimi sorulara yanıt vermek zorlaştı. Allah aşkına ortalığı sarıp sarmalayan “ Kutlu Doğum Haftası ”nın futbolla ne ilgisi var?..

Gazetelerin yazdıklarına bakılırsa, önce Feto’ nun adamı Hakan Şükür Galatasaray’ı ele geçirdi...

Sonra tevatür şöyle yayıldı :

Hakan Şükür’ün dediğine göre “ Kutlu Doğum Haftası ” ünlü uluslararası futbol derbisinde Galatasaray’a yarayacaktı ..

Yaradı mı ?..

İşler gittikçe karışıyor..

Feto Galatasaray’a el koyup “ kutlu doğum ”u futbola soktuktan sonra Papa’nın ne yapacağı bilinir mi?..

Meryem Ana’ nın Hazreti İsa öyküsü de kale ağlarına karışıp Hıristiyan yandaşlarına tezgâhlanmaya başladı mı, Hakan Şükür solda sıfır kalır mı kalmaz mı ?..

.

Evet, işler gittikçe karışıyor...

Kırk yılda bir hastaneye yatayım dedim..

Ben hastanede yataktayken olan bitenlere bir bakın:

c Feto’nun Galatasaray’a hamlesi..

c Hakan Şükür’ün “ Kutlu Doğum Haftası ”yla atılımı ...

c Katar Emiri Arap şeyhinin medyanın ikinci büyük grubu Sabah’a el koyması ...

c Bizim medyanın Arap şeyhine karşı feveranı ...

c İslamcı takımın dincilik yöntemleriyle küçük kız çocuklarını aşağılık cinsel politikaları için kullanan pislikler...

.

Sizlerden bir süre daha izin istiyorum..

Henüz hastanedeyim...

Ama, bugün 1 Mayıs...

Selam sana 1 Mayıs...

Yalnız Türkiye için değil, tüm dünyaya dönük bir değişimin tohumlanması sürecine girdik...

Dünyada bir şeyler oluyor...

Olacak...

Farkında mıyız?..

Türkiye’yi kaşkaval dinciliğin insanlık ve çağdaşlık dışı düzenine sürmek isteyenlerin kulaklarına kar suyu kaçtı ... 




Hatırlanacağı üzere, Türk Telekom´un %55´lik hissesi özelleştirilme adı altında ve dolambaçlı yollardan Lübnan´lı Oger Telekom adlı bir şirket aracılığı ile Arap Sermayesi´ne, adeta, sunulmuştu. Bunun karşılığında da 6 milyar 550 milyon dolar para alınabilmişti. Bu şirketin Arap Sermayesi tarafından öne çıkarıldığı bilinmektedir…

Adı geçen şirket, hemen kolları sıvamış ve Telekom´un tarifelerinde ileri-geri oynamalarla, ödediği paranın büyük kısmını kısa bir sürede geri almıştı. Ayrıca, Telekom´un kuruluşu ve büyük ortağı olduğu GSM şirketi AVEA´dan İtalyanlar da çekilince; bu şirketin %80 civarındaki bölümü de Oger´in eline geçmiş oldu.

MAL SAHİBİNE GEÇİYOR

Oger Telekom, Türk Telekom´un, elinde bulundurduğu %55´lik hissesinin %35´ini, Arap Semayesi´nin öne çıkan isimlerinden Suudi Telekom´a, Nisan-2008´de, hemen hemen aldığı fiyatın iki katı gibi bir rakama sattı.

Lübnan´lı şirketin, Telekom´u 6,5 milyar dolara aldığında; Türk Telekom´un toplam değeri yaklaşık 12 milyar dolar olarak ifade ediliyordu. Ancak, Oger´in, hissesinin %35´ini Suudi Telekom´a sattığı fiyatı esas aldığımızda; Türk Telekom´un toplam fiyatı yaklaşık 22 milyar dolar olarak karşımıza çıkıyor.

Yani, Oger Telekom, 2,5 yıl gibi bir sürede karını ikiye katlamıştı.

Bu, dünya ölçeğinde ve Telekomünikasyon Sektörü için inanılmaz derecede yüksek bir miktar olarak kabul edilir.

Türk Telekom´un, dünya medyası önünde ve dolambaçlı yollarla, şeriatçı sermayeye peşkeş çekildiğinde, göstermelik olarak düzenlenmiş 6 milyar 550 milyon dolarlık çeki eline aldığında Maliye Bakanı Kemal Unakıtan´ın yüzü görülmeğe değerdi. Gülümsemekten neredeyse yüzünün şekli değişmişti. Bir göbek atmadığı kalmıştı…

Satışın ana hedefinin, Cumhuriyet´in en önemli kazanımlarından olan kuruluşlarımızın şeriatçı sermayenin eline geçmesini sağlamaktı. Bunu söyleyip, yazdığımda; bana kızdıklarını hissettirenler, gereksiz yere ve yersiz bir şekilde Arap alemine yüklendiğimi ima etmeye çalışanların, herhalde bugün söyleyecekleri sözler olmalı…

TEZGAH HENÜZ TAMAMLANMADI

AKP ve zihniyeti iktidarının Türk Telekom gibi bir kuruluşu böylesine peşkeş çekmesinin etkisi azalmadan, konu hakkındaki eleştiriler dinmeden ve satıştan alınan paranın da ciddi bir hayrı görülmeden; Türk Telekom´un önemli bir kısmının şeriat sermayesinin eline geçmesi elbette hepimiz derinden üzmektedir.

Daha bu üzüntünün acısı geçmeden, piyasa yeni bir haberle sarsıldı.

Türk Telekom´un, devletin elindeki %45´lik hissesinin bir kısmı Halka Arz yöntemiyle satılacakmış.

Olayı biraz derinlemesine araştırdığımızda; Özelleştirme İdaresi Başkanlığı´nın yaptığı çalışmaya ulaşıldı.

Edinilen bilgilere göre; Türk Telekom´un devletin elinde bulunan %45´lik hissesinin %17.25´inin Halka Arz edilmek üzere olduğu gerçeği çıktı karşımıza.



Tezgahın henüz tamamlanmamış boyutları yavaş yavaş görünmeye başladı.



İki farklı hususu görebildik:

Birincisi, Kamu´nun elindeki hissenin %17.25´inin, yasalar gereği, %35´inin Telekom ve PTT çalışanlarına satılması zorunluluğu olduğu, ancak geriye kalan %65´lik hissenin de yabancı yatırımcılara satılacağının planlandığıdır.

Kimdir bu yabancı yatırımcılar?

Hiç kimsenin bildiği yok!

Yerli yatırımcıların yurtdışında kurdukları paravan firmalar mıdır?

Yoksa, Şeriatçı Sermaye´nin adamları mı?

Bu ve bunun gibi sorulara henüz cevap bulunamadı…


İkincisi ise; Özelleştirme İdaresi Başkanlığı´nın Halka Arz konusunda belirlediği fiyattır. Kısa bir süre önce Oger Telekom, Türk Telekom´un tamamı için belirlenen yaklaşık 22 milyar dolar üzerinden hisselerini satmıştır.

Şimdi sıkı durun: Özelleştirme İdaresi´nin belirlediği fiyatlara göre Türk Telekom´un toplam değeri 13.5 milyar dolar olarak belirlenmektedir.

Bu hesaplamayı her kim yaptıysa; kasıtlı bir hesaplama olduğunu gizleyememiş…

Çünkü bir aylık bir süre ile Lübnanlı Şirket´in belirlediği toplam fiyat 22 milyar dolar, Başında Metin Kilci´nin bulunduğu Özelleştirme İdaresi´nin belirlediği fiyat ise 13.5 milyar dolar…

Tezgah olabildiğince iyi kurgulanmış.

Siyasi iktidarın eş, dost, akraba, çoluk-çocuk ve yandaş kollamalarına yaklaşık 6 yıldır nispeten alışıldıydı. Artık pastadan alınacak paylara yabancılar da gözünü diktiler. Hükümet de buna adeta çanak tutuyor!

Sizce bu kıyaklar kimin için yapılıyor dersiniz?

MİLLİ İRADE ÜLKEYİ SATMAZ!

RTE´nin her sıkıştığında söylediği söz; ´Bizi Milli İrade Meclis´e getirdi…´ şeklindedir.

22 Temmuz seçimlerinde alınan %47´lik oy oranına göre RTE´nin değerlendirmesi böyle.

Her ne kadar seçimler üzerindeki,

´AKP ve Zihniyeti´nin, oyların sayımı esnasında, bilgisayardaki bir program vasıtasıyla, her seçim bölgesinde %25 hazır oyla sayıma girdiği ve daha bir çok sinsi hilenin yapıldığı…´

şeklindeki iddialar gündemdeki yerini koruyor olmasına karşın, 35 milyon civarındaki oyun 16,5 milyonunun AKP ve Zihniyeti verilmiş gibi gözükmesi; Milli İrade´nin AKP ve Zihniyeti´ni iktidara taşıdığı şeklinde asla yorumlanamaz.

RTE, burada ya ciddi derecede eksik bilgiyle yanıltılıyor, ya da kasdi bir davranış söz konusudur…

Diyelim ki; Milli İrade AKP ve Zihniyeti´ni iktidara taşımıştır. O halde şunu sormak isteriz:

Milli İrade, Ülke´nin satılmasına izin verir mi?

Özelleştirme adı altında, Cumhuriyet Dönemi´nin en gözde kuruluşlarının, Şeriatçı Sermaye başta olmak üzere Emperyalist sermayeye peşkeş çekilmesine göz yumar mı?

Asla!
(Cengiz Önal Tarakçıoğlu)







Dünya üstünde parası olana ölüm yok; gönder Türkiye’ye, nominal olarak yüzde 20’ye yakın, dolar bazında yüzde 42’lere varan yıllık faiz al! Dedim ya; parası olan için “bu topraklar” bulunmaz fırsatlar sunuyor! Ya parası olmayan emekçiler? Onlar da “çalışıp” faize giden parayı çıkarıyorlar!
Sevgili dostlar, faiz konusunu defalarca “gündeme” getirdim ve her zaman “bu çarkı kırmamız gerektiği” fikrini net olarak savundum. Konu hakkında “araştırma” yaparken defalarca geçmişte de aynı olduğunu gördüm. İşin bir de ilginç dönemeçleri var; ne zaman faiz çarkından kurtulmaya kalksak, içeride “uç noktalara” varan “olaylar” oluyor. Dışarıdan da “sağlam” müdahale yok değil. 2001 krizinde Türkiye “borç sarmalından” çıkmasın diye, uçağa konup gönderilen ve iner inmez “Türkiye için en önemli olay sürdürülebilir borç dinamiğidir” diyen Kemal Derwish’i hala unutmadık!
Neyse Soner Yalçın’ın son kitabında yaptığı araştırmadan yararlanarak bazı notları size “alıntılar halinde, araya bazı ekler de yaparak aktarmak istiyorum”. İşte Soner Yalçın’ın “derlediği” gelişimin bir bölümü;
“..Sadrazam Mahmud Nedim Paşa daha iki gün önce, “Osmanlı Devleti faizleri yarıya mı indiriyor” sorusunu yönelten Reuters muhabirine, oruçlu ağzıyla yalan söylemek zorunda kaldı: “Bunların hepsi dedikodu!”...Bu demeç üzerine, Avrupa Borsaları rahatladı...Osmanlı, son yıllarda aldığı borcu ancak borçla ödüyordu...Dış borcu 4.811 milyon franktı...Osmanlı Bankası ve Galata bankerlerine olan borcu ise 190 milyon franktı...Devlet hazinesi tamtakırdı. Moratoryum kaçınılmazdı...
Mahmud Nedim Paşa’nın konağında sabaha kadar süren tartışmalardan sonra karar alındı: Ana borç ve faizinin ancak yarısı ödenecekti. Yarısı için ise beş yıllık ve yüzde 5 faizli tahvil verecekti...Kararın dışarıya, borsaya sızmaması gerekiyordu. Toplantıya katılanlar Kuran-ı Kerim üzerine el basıp yemin ettiler...
Bu noktada gelin biraz başa dönelim. Tanzimat süreciyle birlikte Osmanlı’nın “devletçi ekonomisi” yok edilirken, yabancı sermayenin önündeki tüm engeller kaldırıldı. İthal gümrükler yüzde 12’den yüzde 3’e düşürüldü...Osmanlı ucuz ithal mallar cenneti yapıldı...Osmanlı finans ihtiyacını İstanbul’daki bankerlerden karşılamaya başladı. Fakat zamanla bu banker ve sarrafların ekonomik gücü, hükümeti ve ekonomiyi finanse edemez duruma geldi...
Aynı dönemde Avrupa’da Sanayi Devrimi’nin ikinci aşaması finans kapitalin doğduğu süreç başladı. Halkın elinde finans, tasarruf fazlası vardı. Ve halkın parasını değerlendirecek aracı finans kurumları ortaya çıktı. Avrupalı aracı kurumların koşar adım geldikleri ülkelerin başında Osmanlı vardı...
Osmanlı Hazine’si kısa vadeli borçlanmayla bile yüzde 22-24 gibi faizler veriyordu...Zenginleşmeye başlayan Avrupa orta sınıfı tasarrufları için kendi ülkelerindeki yüzde 3-4 gibi düşük faiz gelirleri yerine kuşkusuz Osmanlı piyasasını tercih etti...Borsa oyunlarıyla kolay para kazanma yollarının açılması üzerine birçok yabancı banker, simsar, kumarbaz Galata Borsası’na akın etti...Sonunda ne oldu ? Sultan Abdülaziz askeri bir darbeyle koltuğundan indirildi. Tarih 30 Mayıs 1876’ydı. Ekonomik kararların alınmasının üzerinden daha 7 ay geçmişti.
Benzer uygulamalarla ilgili Cumhuriyet döneminden örnekler sıralayıp bu konuyu kapatalım: 1946 Başbakan Recep Peker, devalüasyon oranı yüzde 53, düşürüldü..1958 Başbakan Adnan Menderes devalüasyon yüzde 60, düşürüldü...Ağustos 1970 Başbakan Süleyman Demirel devalüasyon oranı yüzde 40, düşürüldü...Ocak 1980 Başbakan Süleyman Demirel devalüasyon oranı yüzde 35, düşürüldü...Nisan 1994 Başbakan Tansu Çiller devalüasyon oranı yüzde 50, düşürüldü...Şubat 2001 Başbakan Bülent Ecevit devalüasyon oranı yüzde 50, düşürüldü...İlginçtir; bizim tarihimizde ağır ekonomik kararları alan hükümetlerin başına gelenler ile Sultan Abdülaziz’in başına gelenler benzerdi...”
Sevgili dostlar, bu satırlar sonrası daha fazla bir şey söylemeye gerek var mı! Türkiye, bu “kapandan kurtulamadığı” sürece, kalkınması, gelişmesi, kendi vatandaşının hakkını “vermesi”, mümkün değil! Hepimiz 5.000 gerçek-tüzel, dünya geneline yayılmış “faiz alıcısına” çalışıyoruz! İyi çalışmalar!


               
www.hakimiyetimilliye.org

 

 
 
  Bugün 29125 ziyaretçikişi burdaydı!  


*

*Parolanınız Tekrar Parolanız

Şifreniz en az 5 karakter,en çok 12 karakter olabilir.



*

Eğer e-posta adresinizin serverları bunlardan biri değilse aşağıda görmüş olduğunuz alana e-posta adresinizi yazınız!
@.com

*


Kendinizi Tanıtınız



 
AKIN VAR GÜNEŞE AKIN,GÜNEŞİ ZAPTEDECEĞİZ;GÜNEŞİN ZAPTI YAKIN!!! Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol