1526- Hüseyin Alemdar'ın (doğ. 1962) kişisel çabalarıyla Orhon Murat Arıburnu şiir ödülüne hamilik yapmasını takdir etmişimdir. Bu yüzden, ödülü önemsemesem de, YKY'deyken bir yıl sponsorluğunun üstlenilmesini onaylamıştım. Şairin, "Vakitler İncelikler" başlıklı son kitabının biyografi sayfasında, "Kurduğu Hera Şiir Kitaplığı ile ellinin üzerinde kitap yayımlayarak, genç şairleri kitap yayımlamaya özendirdi" denilmiş. Metin Celal bu bilgiyi doğrulayınca Alemdar'a sempatim arttı. Emek ve tutkuya saygı, edebiyat tarihine hakbilir dipnotlar düşme adına bu minval bilgilerin de biyografi sayfalarında yer almasından yanayım. Bir Allah'ın kulu çıkıp da şairin girişimini bir yazıda taçlandırsaydı, eminim Alemdar'ın biyografisinde o cümle yer almazdı. Aynı nedenlerle, Senelerce Senelerce Evveldi'de Selçuk Altun için, "...Yönetim Kurulu Başkanlığı döneminde, YKY edebiyat sektörünün nitelik ve nicelik lideriydi" denilmiştir. Bu bağlamda Alemdar'ı kendimden şanslı sayıyorum; hiç olmazsa benmerkezcil bir kişi çıkıp, hakbilmez anılarında onun katkılarını inkâr etmedi.
1527- Remzi Kitap Gazetesi'ne (Ocak, 2008) göz gezdirirken en çok satan kitaplar listesinin, "kurgu ve kurgu-dışı" diye ikiye ayrıldığını; Emin Çölaşan ile Zülfü Livaneli'nin anı kitaplarının kurgu-dışı olarak kategorize edildiğini görünce yeniden aklıma takıldı. Radikal Kitap (R.K.) ekinin de listelerinde "edebiyat ve edebiyat dışı" yerine, "kurgu ve kurgu dışı" diye bir ayırım yapmasını önermiş, Livaneli'nin anılarının neden edebiyat, Çölaşan'ınkinin edebiyat dışı bellendiğini sorgulamıştım... Afarozmanım R.K. kitaplarımla ilgili yazı yayımlamayı reddeder ama onların yeni çıkan kitaplar arasında tanıtımını yapardı. Senelerce Senelerce Evveldi çıkınca onu tamamen görmezlikten geldi. R.K. eki ha?
1528- (Z)arif Mehmet H. Doğan (1931-2008) şiiristanımın genel valisiydi. YKY'nin yazar ve çevirmenleri arasında olduğu için gurur duyardım. Şiire en önemli katkısının, kalıcılaştırdığı "şiir yıllıkları" olduğunu düşünürüm. Tanışmamış ama telefonda sohbet etmiştik. New York'ta mukim müthiş yazar ve insan Erje Ayden'le ilgili yazılarımı takip etmiş olmalı ki geçen yıl Ayden'in Samim Kocagöz'e imzaladığı kült kitap The Crazy Green Of Second Avenue'sını bana armağan etmişti. Sevgili Samim Kocagöz'ün kitaplığından bana kalan bir anı... Artık sizin M.H.D notunu iliştirerek.
1529- Şiir Antolojileri mi?-
"Antolojilerin en gözde şiirinizi ıskalayacağı evrensel bir gerçektir." Dana Gioia
"Antoloji yapmaya kalkışan herkes - herhalde- tescilli delidir." Paul Muldoon
"Kıskançlık, nefret, kayırma, Balkanvari fitne/fesat sürtüşmesi - evett, bir çağdaş şiir antolojimiz daha dünyaya geldi." Harvey Porlock
1530- 10 Kasım 2007de yitirdiğimiz küresel yazar Norman Mailer için üçüncü karısı Jean Campbell, "Tüm yaptığımız annesiyle birlikte akşam yemeklerine çıkmaktı" diyecektir.
1531- Şubat nitelikli kitaplar açısından verimli bir aydı: FEKLAVYE - Semih Poroy, SEL / Kaleydoskop - Selçuk Demirel, YKY / Biı Defterden - Melih C. Anday, Everest / Babalar ve Oğullar - Nazmi Ağıl, YKY / Zamana Yazılan Sözler - Feridun Andaç, Doruk / Arıburnu - 1915, Haluk Oral, İş Kültür / En İyi Adamlar Yalnızken Güçlüdür, Charles Bukovvski (Çev.Avi Pardo), Parantez...
1532 - 06.02.08 (Cuma, saat 12.50) - Çizginin heykeltıraşı Semih Poroy'un FEKLAVYE'de yer alan yapıtlarından mürekkep sergisini izlemek üzere Galata'daki Schneidertempel Sanat Merkezi'ne gittim. Sinagogtan devşirme sergi mekânının kapısına dili de yetersiz bir not iliştirilmişti; "camideyim saat 13.30 açacağım."
1533- Önemli yazar Julien Gracq'ı (1910-2007) Noel arifesinde yitirdik. O, takma adla başyapıtlar kotaran coğrafya öğretmeni Louis Poirier idi. 1951'de Goncourt ödülünü reddetmişti. Reklâm ve şöhretten ürkerdi. Bir edebiyat akımına bağlı değildi; Andre Breton ve Jules Verne'in ilham perileri olduğunu söylediğine inanamıyorum.
1534- AZİZ NESİN! Ali Nesin? (Has ressam Sali Turan anlatmıştı; Aziz Nesin Türk Milletinin %60'ı aptaldır söylemiyle gündeme oturduğu günlerde onu arabasıyla Taksim'den Nişantaşı'na götürmüş. Nesin yolda, "Aslında Türk milletinin %90'ı aptaldır diyecektim ama çekindim" diyecektir.)
1535- Seçmenlerin %46'sı AKP'ye oy verdi ve Türk milletinin %60'ı aptal... (Haydaaa, hesap yine tutmadı.)
1536- Kentimiz folklorunda "siville" savaş: (İstanbul Folkloru, M. H. Bayrı -1946)- İlk nikâhlıdan yağ ve tuz çalınır, birbiriyle karıştırılarak "kefareti budur" diye siyil üzerine sürülür. - At kılı ile dibinden boğulur.- Yüz yirmi beş gram üzüm sirkesi içine limon kabuğu konur, bir hafta ayazda bırakılır. Sonra bu mayi siyil üzerine sürülür.- Bir miktar tuz alınarak okunur siyil üzerine sürüldükten sonra bir bez parçasına bağlanarak kullanılmayan bir kuyuya atılır. - Bir incir dalına elde ne kadar siyil varsa o kadar çentik yapılır, dal ocak içine asılır, orada kuruyunca siyil de dökülür. -Akşam ezanı ile yatsı ezanı arasında dışarıya çıkılır, yıldızlara bakılarak "Bu gece hem siyil, hem yıldız, yarın ne siyil, ne yıldız" denir ve bu üç gece tekrarlanır.- Pilav yenirken sofraya dökülen pirinç tanelerinden yedisi alınarak siyillere sürülür ve sulak bir yere gömülür.- Bir beyaz kâğıt alınarak üç ihlâs bir fatiha okunup üzerine üflenir, bu kâğıt parçası siyillere sürülür ve sulak bir yere gömülür. Kâğıt parçasına hiçbir şey yazılmamış olması şarttır.
1537- Gündemle de örtüşen öz çağrışımlar (İmza: Bir Dos -Metin Üstündağ, 1998): Cinnet: Postmodem ata sporu / Örtülü ödenek: Tesettürlü kapital / İkitelli: Kalkınmada öncelikli yöreler / Laiklik: Mamullerimizde domuz yağı yoktur / KİT: Kim İstiyorsa Tokatlayabilir / Demokrasi: Ya Sev Ya Terket / Trend: Öpsün Seni Zeki Müren / Sivas: Vasati 37 çöp / Darbe: Kaza geliyorum demez / Regl: Kanlı Nigâr...
1538-Roman projeleri: i) Biri yalnız alıntı, diğeri aforizmalarla konuşan çiftin evliliklerini sorgulaması, ii) Beşi Biryerde başlıklı ve her cümlesi beş sözcükten mürekkep ve ellibeş sayfa uzunluğunda.
1539- Küresel Yazma Ritüelleri: Tennessee Williams yazdıklarını yüksek sesle yineler/ Henrik Ibsen sabah dörtte başlar/ Isaac Asimov günde onsekiz saat çalışır ve elli daktilo sayfası doldurur/ Alexandre Dumas her şeyi kafasında yazdıktan sonra önüne kâğıt alır/ Noel Covvard The Timesın ölüm haberlerinde adını görmeyince masasına koşturur/ Jane Austen aniden biri odasına girerse saklayabilsin diye minik kâğıt parçalarına yazar ve sokakta ilham gelirse G.K. Chesterton duvarlarına da yazardı derler...
1540- Çanakkale Savaşından belgesel öykülerle mücehhez Arıburnu 1915in bir önemli özelliği de nicesi kullanılmamış fotoğraf, harita ve objelerle belgelenmesidir. Ve onların neredeyse tümü, yazarı Prof. Haluk Oralın (doğ.1957) koleksiyonundan çıkmadır.Matematikçi Haluk Oral aynı zamanda ülkenin seçkin -imzalı- kitap koleksiyonerlerindendir. Orhan Veli belgeseliyle de edebiyat tarihimize katkıda bulunacaktır. O, Annemin Öğretmediği Şarkıların da sessiz kahramanlarındandı.
1541- Arı çobanı...
1542- Renkli gazetecilerden Şinasi Nahit Berker'in (1920-1996) anı kitabı Matbuat Hazretleri'ni 02.07.07 tarihli sahaf safarimde edinmişim. 1953 ürünü kitabın ön kapağında Bu bir kitaptır ve "Fiatı: 150 kuruştur" yazıyor. 74 sayfa süren anekdot demetinin arkasında, 14 sayfa tutan reklâm ve ilan bölümü var. (Kızılay'daki Ekspres Birahanesi abone olan memurlara yüzde 25 tenzilat uyguladığını muştularken, Baba Karpiç Şehir Lokantası, "Ye İç Keyfine Bak" demektedir. Tahran Kitabevinin ilanına komşu sayfada M.K.E., "Yeni Av Mevsiminde Sağlam ve Emniyetli M.K.E. Tüfeğini Tecrübe Ediniz" ricasında bulunmaktadır.) Kitaptan iki anekdot: ÇETİN ALTAN Kasaba bile minnet etmez, biliriz amma, Çetin uslu değil, akıllı çocuktur... Hele Ulus'ta son fıkraları dillere destan... Ne var ki, Çetinin fıkralarını Çetin'i tanımadan okuyacaksınız ki, zevkine varacaksınız.. Zira Çetin, biraz şom ağızlıdır... Meselâ der ki: - Şu memlekette üç kişiyiz doğru dürüst fıkra yazan: Ben, Falih Rıfkı, Bedii Faik... Eh Falih Rıfkı yaşını başını almış, nasıl olsa yakında ölecek, Bedii Faik ise ümitsiz... Kala kala ben kalacağım gene!...ORHAN VELİ Allah gani gani rahmet eylesin, Orhan Veli, "Karşı"yı çıkarmış... Meyhanede rastlaştık... Ben: - Uğurlu kademli olsun, kitabın çıkmış... Alacaktım ama meteliğim yok... Kitaptan varsa bir tane veriver... Bir kadeh de şarap ısmarla... Orhan o sevimli gülümseyişi ile bir güldü: - Otur bakalım dedi, garson Mustafa'ya da seslendi: - Mustafa, Şinasi'ye bir bardak şarap!... Sonra gazetelerin arasından, "Karşı"yı çıkardı... İlk boş sayfasına bir şeyler yazdı: - Al kitabını, dedi... Aldım, yazdığı yazıyı okudum... Bakın ne yazmış: "Şinasi Nahit Berker'e, Satış anında kolay yırtılabilmesi için ithafımı bu sayfaya yazdım. 12.XI.1949 Orhan Veli"
1543- Özgür Edebiyattaki (Ocak/Şubat, 2008), "Şiirin Önündeki Engel Hayal İkamesi" başlıklı yazının final paragrafıdır. Öte yandan, en başından beri tüm yukarda anlatılanların farkında olan bir şair için gereken 500 okuyucudur. Vefakâr, sağlam, idrâk, inat, izzet, yani ahlâki inanç sahibi, daimi 500 kişi. Yirmisinden, ellisine kadar seni okuyan, çocuğuna da seni tavsiye eden 500 kişi, diyenar müşterisi değil, banka ziyaretçisi hiç değil, ilm ve feyz ortağı, hikmet ve bilgelik sevdalısı 500 kişi. Şiire verilmiş uzun yıllar sonrası, böylesi bir serveti edinebilen, menzile ulaşmıştır. Öteki bağlamda, şiire olan ilginin azalması, kapitalist medeniyetin popüler kültürüne ilişkin bir meseledir, ki o, o şairi ve şiirini bağlamaz. Oktay Taftalı (Ülkemiz şairleri birbirini okusun ben ona da fitim. Memet Fuat, "Şiir kitapları satış rakamlarından, şairlerin bile birbirlerini okumadığı anlaşılıyor" buyurmuştu.)
1544- Verimli olamadığım düşüncesiyle canlı söyleşilerden kaçınırım. Benimle söyleşmek isteyen sorularını yazılı olarak yollamalıdır. VARLIK dergisinin Senelerce Senelerce Evveldi için yolladığı sorulardan etkilendim. Yazarının sorularından romanımı (ç)özümlediği anlaşılıyordu. Onları alt alta okuduğum zaman, kitabı deşifre edebilen bir tanıtım yazısıyla karşılaşmanın sürprizini de yaşadım.Enver Ercan'ı arayıp, "Kim bu Ceyda Demircioğlu?" dedim. Yirmiiki yaşında bir edebiyat filiziymiş. Enver Ercan'ın da ondan umutvar olmasına sevindim. (İlk fırsatta Ceyda'yla tanışmalıyım.)
1545- Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa'dan:"Yine sağcılığa geliyorum. Sağcı olmak çok güç hatta imkânsız. Evvela memleketimde en cahil ve budala insanlar sağcı. Yahut da aşikâr şekilde hain ve ahlâksız. Peyami Safa... Peyami Safa'dan iğrencine tesadüf edilir mi?" "Yahya Kemal bizim için çok şey yaptı. Fakat o da ufuklu değildi. (Benim için hele müthiş şeyler yapabilirdi. Neleri kolaylaştırmazdı. Bunları yapmadı.) Fakat o da ufuksuzdu. Türkiye'de mahpustu. Yahya Kemal'in şark musiki zevki ve muhabbeti zannetmemki benim gibi olsun."
1546- Otomobillerinde sigara içerken külünü ve izmaritini yola atan mecuz/ler, sizin nereli olduğunuzu biliyorum. (P)istanbullusunuz siz!
1547- Ekim (1976) Dostoyevski'nin Cinler adlı romanına iki yıl arayla yeniden başladım. Bu kere ara vermeden bitireceğim. Geçen yüz yıl ortalarında Rusya'nın durumu, bizim şimdiki durumumuzdan daha ileriymiş, öyle anlaşılıyor. Bizdeki cehalet çok onur kırıcı. Kimse bir şey okumuyor. Ya yazarlar? Onlar sadece yazıyorlar. Bir Defterden - Melih C. Anday, Everest (Dipnot: Otuz yıl sonraki durum daha vahim. Vasat yazarlar gündeme oturmak için bilumum edeb(iyat)dışı girişimlerden medet umar oldular.)
1548- İngiltere'deki yayıncım TELEGRAM'ın baş editörü, ödüllü şair Rebecca O' Connor'dan (doğ. 1975) bir çeviri girişimi: ARTIK SÖZCÜKLER Sana yollamadığım mektup demetinden dem vurmak isterdim ve yatakta nasıl pijama giymeye başladığımdan, bana Bayan Warby derler ve bana itaat etmek zorundasın diye aya diklenmeye kalkıştığımdan. Ve sana o hazzı anlatmak isterdim, yakında kavuşacağımızı duyuncasuya takla atarak mı dalacağımdan.
1549 - Londra'daki otelimin karşısında, yarım milyon kitaptan mürekkep, Avrupanın en büyük kitabevinin (Waterstone's Piccadilly) konuşlandığını yineliyorum. Binaya komşu yalın St. James Kilisesi'nin mimarı, Büyük Britanyanın Sinan'ı, Sir Christopher Wrendir.Kilisede öğlenleri ve hafta sonu akşamları klasik müzik konserleri verilir. Aralık ayında Londra'dayken, kilisenin ilan panosunda Eren Aydoğan adını görünce heyecanlandım. Girişteki halkla ilişkiler masasında, müzisyenimizle ilgili el ilanına define haritası gibi sarıldım. Yakışıklı Eren hem de ödül sahibi bir piyanistti. Akademisyen yorumcu Yonty Solomon onun için, "O müthiş yetenekli, gerçek bir virtüözdür" demişti. Konser günü Londra'da olmayacaktım ama Eren Aydoğan adını hafızama nakşettim. Soyadındaki şanlı "ğ" harfine sahip çıkmasını da benimsedim.
1550- (Kaynak: DPP-MDP) 11-17 Şubat haftasında, ülkedeki ulusal gazetelerin ortalama günlük satışı 5.1 milyondu. Toplamdan spor gazetelerinin skoru düşülürse, net satış 4.7 milyon. Bu toplama göre Türkiye'nin en çok satan gazetesi Zaman (751 bin). Onun %95'inin satış yerine, abonelere -bedelsiz- dağıtıldığı vurgulanır. Demek ki haftalık satış rakamı 4 milyon.70 milyonluk Türkiye'de ulusal gazetelerin günlük toplam satışı 4 milyonken, 60 milyonluk B. Britanya'da yalnızca The Sun ve The Daily Mail'in satışı 4.5 milyondur. Türkiye'de bir gazetenin fiyatı 50 Yenikuruş'un altındayken, her gün 3 milyon dolar değerinde ekmek çöpe atılmaktadır. Sonuç yoksulluk edebiyatı yaparak rafa kaldırılmayacak denli ürkütücüdür. Bu istatistiklere neden mi başvurdum? Gazete okunmayan bir ülkede, kitap okunmuyor diye hayıflanmanın anlamsızlığını vurgulamak için olamaz mı?(100 Temel Eser, 101 Dursun Keser, 102 Fadime Heder, 103 İmdat Yeter...)
Selçuk ALTUN
Cumhuriyet Kitap
Bir akşamüstü, gün batımını bir hayli geçmiş bir zamanda, uzaklardan büyük şehre doğru yaklaşıyorsunuz. Şehir, henüz tepelerin ardında, gökdelenler bile gözükmüyor… Önce, uzaklardan, gökyüzünde şehrin size yansıyan ışıklarını görürsünüz, ardından yaklaştıkça büyüyen bir homurtuyu, bir sürü ses kaynağının birleşimi olan toplam bir uğultu. Duyma eşiğinize ulaşır ve siz yakınlaştıkça artarak sizi tümüyle kapsar. Şehre girdikçe bu ses içselleşir ve bir süre sonra duyulmaz! olur. Oysa ses aynıdır hatta daha da artmıştır. Peki neden duyamaz olursunuz bu büyük sesi? Çünkü ses, ışık, hareket gibi başka uyaranlar sürekli olarak toplu halde algılamanızı yönlendirmektedirler, algılama eşiğiniz sürekli değişmektedir. Ancak o toplam ses hala vardır ve bastırılmış gibi gözükse de bilinçaltınızda sürekli çalışmaktadır. Gece yatağa girdiğinizde yakınınızdaki uyarıcıların azalması ile birlikte bu sesi yeniden duymaya başlarsınız. Hiçbir şey yapmasanız bile sizi yorar, açıklayamadığınız bir kaçma uzaklaşma duygusu yaratır. Kırlara özlem, deniz kıyısına özlem, sessizliğe ve yalnızlığa özlem duygusu yaratır. İşte bu, gözünüzün içerisinde ama göremediğiniz, kulağınızda ama duyamadığınız ses ve ışık kirliliğidir sizi içten içe tüketen. Bilinçaltınızın hareketliliğini sürekli yüksek düzeyde tutarak sizi yormaktadır.
Burada, aşırı benzerliği yüzünden bir başka kirliliğe, hatta ses ve ışık kirliliğinden daha da ciddi bir konuya hafiften değinmek istiyorum. Bilgi kirliliği de aynı biçimde şehrin gürültüsüne benzer. Sizi doğrudan ilgilendirmeyen bir sürü bilgi, tıpkı değişik ses kaynaklarından gelen gürültü gibi sizden izinsiz algılama alanınıza girer ve seçilemez bir toplamlılıkta kalıcı olarak aklınızı işgal eder. Algılama eşiğinizi sürekli yükseltir ve hatta öyle biriktiği anlar olabilir ki algılamanızı duyarsızlığa çevirip tümüyle kapatabilir. Belli bir müzik sesi, bir kuş sesi, rüzgarın sesi yada her neyse sevdiğiniz özel bir ses de şehrin o koca gürültüsü patırtısı arasında yitip gider. Bilginin de başına gelen böyle bir şeydir. Özellikle medya size o kadar çok gelişigüzel bilgi pompalar ki, işinize yarayabilecek bilgiyi çoğu zaman ıskalarsınız. İnternetteki arama motorları da finansal gerekçeler nedeniyle aradığınız bilgiyi size çoğu zaman bir sürü çerçöp bilgiden sonra verirler. Çünkü öncelik, parayı veren düdüğü çalar misali, bedelini ödeyenin sunduğu bilginin, bilgi erişiminde her zaman en ön sırada yer alması biçiminde oluşur. Buradan bilginin finansal boyunduruktan kurtuldukça özgürleşebileceğini söyleyebiliriz. İnternette özgür bilgiye dayanan bir arama motorunun gerekliliği apaçıktır. İnternetin en büyük sorununun bu olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim; özgür bilgiye ulaşmanın önündeki finansal bariyerler. Örneğin Google'ın piyasa değerindeki artışının kendi özgürlüğünün önündeki en önemli engel olduğunu da iddia edebiliriz. Oysa mali güç çoğu zaman istediğini yapabilme özgürlüğü biçiminde algılanır. Ancak kurumsallaşan mali dengeler, zamanla bu mali dengenin ideolojisini ortaya koyarak davranışları ve seçimleri de belirlerler ve statükoya yol açarlar. Kitaplar ise finansal boyunduruktan nispeten kurtulmuşluklarıyla hala en özgürce yapılan seçimlerdir.
***
Nüfus planlaması sonucunda tüm Dünya'da sera gazı emisyonu diğer endüstriyel ve evcil atıklarla birlikte azalacaktır. Ancak her nedense bu nüfus planlaması bir türlü Birleşmiş Milletlerin gündemine gelememektedir. Oysa devletler üstü politika gerektiren bir olgudur. Sera gazı ve diğer çevre kirlenmesi konuları gündeme alınırken kirliliğin asıl kaynağı olan nüfus artışı hep es geçilmektedir. Örneğin ineklerin bile çıkardığı gazla ciddi bir sera gazı çıkışı gerçekleştirdiği kanıtlanmıştır. Artan et talebi, bu kesim hayvanlarının da artışının nedenidir. İş gene dönüp dolaşıyor hep nüfusa geliyor. İster gürültüden başla, istersen hava kirliliğinden, okulların yetersizliğinden tut, işsizliğe kadar… Yapılan ise sadece nüfus artışının sonucu olan büyümenin patlattığı elbiseleri yamamaktan ibaret.
Yeni Enerji ve Tabii kaynaklar Bakanı'nın ayağının tozuyla yaptığı açıklama ise durumun çarpıklığını ortaya koyan iyi bir örnek; TV, de Türkiye'nin küresel ısınmadan etkilenmeyeceğini ve ihtiyacımızın 10 katı suyumuzun olduğunu söylerken, bir sonraki haberde kanal Bafa gölünün sularının çekildiğini, tuzlanma olduğunu, yosunların yüzeye çıktığını ve kuşların bu yaşam alanlarını terk ettiğini veriyordu. Yaşama canlı cansız ayırt etmeksizin "doğanın dengesi eksenli" bakmayıp sığ biçimde "salt insan eksenli" bakan tipik bir dini cemaat kafası örneği. Suyu içme ve sulama suyundan ibaret sanan düz mantık. Ekolojinin, doğal dengenin ne anlama geldiğini içselleştirememiş bir Tabii Kaynaklar Bakanı…
Yunanistan'daki son orman yangınlarında Kara Cüppeli papazın biri almış eline koca bir haç, ateşe doğru tutuyor ve dua okuyordu. Ateşe karşı dua, ne zavallılık! Tıpkı filmlerde vampire karşı haç tutanlar gibi. Oysa eline bir kürek alıp, ateşe iki kürek toprak atsa daha etkili olacak. Hele kilisesinde nüfus planlamasının faydalarını bir anlatsa… Oysa tam tersini yapıyor, "üreyin, habire üreyin" diyor. Tanrı'nın daha fazla kula, tapınılmaya ihtiyacı var!
Nüfus artışı yarattığı yerleşime uygun alan talebi nedeniyle, orman yangınları gibi çevre felaketlerini artırmasının yanı sıra, küresel ısınma nedeniyle azalan yağış miktarı da orman yangınlarının tahribatını artırmaktadır. Kuru ormanlık alan yağış alan ormanlara göre kat be kat daha süratle yanmaktadır.
Küresel ısınma aynı zamanda kuraklık demek olduğundan ekime uygun araziler hem miktar olarak azalmakta hem de verimlilikleri düşmektedir. Yani insanlık toplamda yaşanabilir alan daralmasıyla da karşı karşıyadır. Sen sağlıklı bir biçimde nüfusu azaltmazsan Doğa bu azaltmayı yediğin haltlara karşılık şiddetle, kıtlık, kuraklık, tayfunlar, seller ile zaten gerçekleştirecektir. Seçim senin, zorla ya da güzellikle…
Büyümeye dayalı ekonomi modellerinin tamamı derhal terk edilmelidir. Denetim altında ya da değil her türlü büyüme derhal terk edilmelidir. Bunun karşılığında ne kadar ihtiyaç o kadar üretim demek olan "denge modeli" benimsenmelidir. Denetimsiz büyümenin yarattığı arz fazlalığı da tüketim ekonomisinin yapay talep yaratma yöntemleriyle eritilmemelidir. Kapitalizmin sonu kendi büyümesinin elinden olacaktır ki Ölüm Meleği şu anda çevre kirliliği ve küresel ısınma olarak kapımızı çalmaktadır.
Kapıyı çalan kimdir, aç bakam gelen kimdir?" diye bir ezgi çağrışım yaptı beynimde.
Kanser ve dolaşım hastalıkları vakalarında inanılmaz artışlar kaydedilmekte. Bu elbette gerek endüstriyel gıdaların gerekse de gıda olacak balık, kümes hayvanları ve büyükbaş hayvanların beslenmesinde yapay ortam, gıda ve ham maddelerin artışından kaynaklandığı gibi, otlakların, suyun ve havanın doğallığını kaybetmesiyle de doğrudan bağıntılıdır. Arıtma, kirlenmeyi telafi edemediği sürece insanlık kademeli olarak kendini sonunu hazırlamakta ve yavaşça intihar etmektedir. Örneğin denizler ve okyanuslar, insanlığın saldığı kirliliği artık arıtamayacak durumdadırlar. Ekolojik denge kırılmıştır. Kirlilik öyle boyutlarda ki, denize girmek bir yana, denizden alınmış tüm beslenme ürünlerinde türlü bakterilerden ağır metallere değin kalıcı bir kirlilik söz konusudur. Deniz ürünleri de diğer tüm besinler gibi artık sağlıklı değildir ve hastalık kaynağına dönüşmüşlerdir. İnsan da tüm dünyanın geleceğini maalesef bu ağız ve anüs denen iki deliğine mahkum etmiştir. Bu iki delik kadar insanın evrimini ve toplumsallığını belirleyen başka bir şey yoktur. Yaşam denilen şey nerdeyse bu iki deliğin başarımına endekslidir. Birinden biri işlevini yitirirse yaşamda biter. Ye-sıç, işte çıplak gerçek, insanlık tarihinin en kısa özeti… İstendiğinde çekinmeden, gereksiz nezaket züppeliktir diyerek yaşamı bu iki sözcükle bilgece özetleyebilirsiniz. Ye-sıç, yaşamı açıklayabilmek bağlamında doğum ve ölüm ikilisinden çok daha kapsayıcı anlatımı olan bir sözcük ikilisi. Düalitecilere buradan selam yolluyorum. Salt bu ağız- anüs mahkumiyeti bile insanın mükemmel bir varlık olmadığının, güdüklüğünün ve doğadaki eğretiliğinin göstergesidir. Bitkiler fotosentez, böcekler tozlaşma yaparlarken, bakteriler bile çöp öğütücülüğü yaparlarken insan, doğal yaşamın çevrimi için ne halt ediyor? Yaratılanların en üstünüymüş, hadi oradan sende, kendini beğenmiş asalak! Doğadan aldıkların karşılığında bu güne kadar ne verdin? Ortak yaşam bilincinin yanından bile geçmemişsin, ama kendine övgüler düzmekten geri kalmıyorsun. Yaratılanların en üstünü, alemler bile senin için yaratıldı falan… Hadi oradan! Öyle görünüyor ki bu yüzyıl içinde en kalıcı çare bu ağız ve anüs denilen mirasyedi deliklerin sayısını azaltmaktır. Tabii fetihlere devam edip dünya dışı yaşam alanlarına bir an önce ulaşmak da bir çözüm, doğa intikamı almadan, türümüzün sonunu getirmeden becerebilirsek tabii. Delik demişken, bu iki deliğin çalışmasında herhangi bir sorun yoksa eğer, sıra üçüncü deliğe gelir; erkekte bir yanardağ gibi dışarı çıkan kadında ise bir göl gibi derinlerde olan üçüncü deliğe. Erkeğin ataklığı ve kadının çekingenliği ile ilgili bir şey midir acaba, bu çıkıklık ve çöküklük? Yoksa tam tersine ataklığı ve çekinikliği belirleyen şey bu anatomik yapının kendisi midir? Bence ikincisi.
Neyse, konuyu daha fazla dağıtmayalım. İnsan düşünen bir hayvandır diyen halt etmiş; nitekim ilk iki delikten oluşan sistem gönderir akla komutu, -açız, bir şeyler düşün! Sıkıysa başka bir şeyler düşün, emir büyük yerden… Doyduk, hemen üçüncü deliğin sistemi devreye girer,- Çiftleşmek istiyoruz, bir şeyler düşün! Bunlar sağlıklı çalışan bir bedenin doğal talepleridir. İşte aslında hormonların kölesi olan akılların içinden, bedenin verdiği bu komutları umursamama süresini uzatabilenlerine erdemli insan diyorlar. Erdem, bir yerde bedenin açlık ve cinsellik taleplerine karşı aklın umursamaz davranabilme yeteneğidir. Ne kadar gecikme o kadar erdem. Kişinin kendi doğasını bastırması ve erdem… Matah bir şey olup olmadığına da siz karar verin artık. Nefsi bastırma yeteneği, irade falan da deniliyor.
Sesten, gürültüden, kirlilikten söz ederken aklıma gelen bir sözümle konuyu bağlayalım.
"Söyleyecek sözü olmayanlar seslerini yükseltirler."
Bu da çok ciddi bir kirlilik kaynağıdır.
Tuncay TEMİZ
AKP ve ABD uşağı Aydın Doğan Medyası bir muhalif aydının daha işine son verdi: Emre Ulaş!
Cumhuriyet'ten demokrasiden yana, gericiliğe ve emperyalizme karşı tavrını çizgilerine yansıtan çizerin uzun zamandır AKP'nin hedefinde olduğu biliniyordu.
Artık bırakınız yazar, çizer kovdurmayı, Aydın Doğan'a seçim arifesi tek muhalif gazetesini kapattıran AKP'nin demokrasi anlayışı DP'ninkine, Tayyiban'ın ise Menderes'inkine benziyor. Umarız sonları aynı olmaz!
Çünkü bu ülke bir demokrasi şehidini (!) daha kaldıramaz!
Emre Ulaş'a geçmiş olsun diyor, verdiği onurlu mücadelede yanında olduğumuzu belirtmek istiyoruz.
Çünkü, dünyada artık büyük arayışla, büyük sorgulamalar da yok. Bu yüzden, " yaşamın anlamından çok, yaşamın kendisini öğrenmek gerek... " demiş olan bir Dostoyevski de artık yok. Günümüzün dünyası, yüzyıllar süren bir düşünce ve sanat serüveninin ardından, üstünde yaşayan ve insan türüne girenlerin yaşamlarını büyük çoğunlukla bilme gereğini duymaksızın yaşamak peşine düşenlerin, yaşananları ve yaşanmak istenenleri anlamlandırma gibi -belki de insanı gerçek anlamda soylu kılabilecek- tek büyük çabayı harcamak yerine, içerikleri genelde başka zamanlara yapışıp kalmış kalıpları geviş getirircesine tükettikleri bir dünya olup çıktı. Bu dünya, artık büyük arayışların sürdürüldüğü değil, fakat geçmişte kalmış arayışlarla varılan noktaların dogmaya dönüştürülmüş zeminlerinde ömürlerin tüketildiği bir dünya.
Walter Benjamin , yaşamı boyunca 19. yüzyılın kapsamlı bir kültür tarihini yazmak için direnmekte haklıydı. Çünkü o yüzyılın sonu, yüzyıl ortalarından başlayarak eskisi ile kıyaslanmayacak ölçüde ivme kazanan bilimsel, düşünsel ve teknik gelişmelerin doruk noktalarını belirledi. Bu ivme kazanma süreci, insanlığın gerçekten de " bir yerlere " varmasıyla sonuçlandı.
Modernizm, yaşamın temposu karşısında, o yaşamı yaratıcılığın süzgecinden geçirerek yeniden kurgulama çabası olan sanatın ve öze yönelik tüm sorgulamaları çatısı altında toplayan felsefenin yetersizliğini, geride kalışını saptama noktasında ortaya çıkan son büyük ve toplu sorgulamaydı. Bu sorgulamanın büyüklüğü ise temelde hep insan 'ı mesele edinmesinden kaynaklanıyordu. Modernizm sorgulaması, zamanın sanatını ve düşüncesini ararken, salt kavramsal olmaktan çok uzak, çok somut bir hedefe, o günkü insana kendi zamanıyla hesaplaşmasını sağlayacak bir sanatın ve düşünme biçiminin kapılarını açma hedefine yönelmişti.
Bu yapısıyla modernizm, birey 'in antikçağ trajik düşüncesiyle başlayan, ortaçağın bağnaz dünyasından geçerek - Shakespeare aracılığıyla- modern trajik düşünceye ve kahramana uzanan, 18. yüzyılda Aydınlanma ile dönüm noktaları iyice belirginleşen, sınıflı toplum yapısı içersinde toplumla ve toplumsallaşma ile bağıntıları giderek güçlenen yolunun doruk noktasıydı. Bu doruk noktasında yaratıcı birey, bir sonraki yüzyılı insana yakışır bir zaman parçası niteliğiyle biçimlemeye adaydı.
19. yüzyılın roman sanatı, bütün bu arayışları ve oluşumları içeren, çözümleyen ve onlara yol gösteren bir sanattı. Ne var ki insanlık, 20. yüzyıl ile birlikte kendini farklı bir konuma getirdi. Bir önceki yüzyılın sonlarında varılan yerleri daha insanca bir dünya için çıkış noktası almak yerine onları dogmalaştırdı ve, eleştirel düşüncenin egemenliğindeki uzun bir dönemin ardından, bir kez daha bağnazlıkların, önyargıların rahat zeminine yerleşti. Bu zeminde yalnızca roman değil, ama sanatın tamamı, gittikçe artan ölçüde bulduğuyla yetinir oldu -çoğu kez bulduğunun ne olduğu üzerinde bile yeterince kafa yormaksızın. Bu rehavet içersinde neredeyse peşpeşe denilebilecek kadar kısa aralıklarla yaşanan iki dünya savaşı, geçmişin tüm değerlerini sorgulanabilir kılarken, sanat, ne pahasına olursa olsun hayatta kalma, daha uzun yaşayabilme merakına düşmüş bir insanlığın refakatçiliğini militan tutumlara yeğledi.
Bugünün romanı, artık genelde bugünün dünyasında olup bitenler arasında dolanmaktan, kurgularını bugünün kısır çizgileriyle sınırlamaktan başka bir şey yapmıyor. Gerçi, bu durum karşısında hâlâ Canetti gibi: " Bugün, yazma hakkından kuşku duymayan kimse yazar olamaz! " diyen sesler çıkabiliyor; ama bunların sayısı çok az ve böyle sesler, büyük arayışları, büyük sorgulamaları çoktan unutmuş bir insanlığın beynindeki boşluklar içerisinde yitip gidiyor.
Goethe 'nin kurgusundaki Akhilleus , çok genç öleceği kehanetinde bulunup bunun için yakınan tanrıçalara, erken ölümün ölümsüzlüğün ve yaşamdaki her şeyin sonsuzlukta yankılanmasının bedeli olduğunu söyleyecek kadar canlıdır. Günümüzün dünyası ise, tek bir günlerini bile sonsuzluğa dönüştürmekten âciz, buna rağmen adına hâlâ ' insan ' denilebilen bir türün egemenliğinde!
Ahmet CEMAL
CUMHURİYET
“Sanat sanat için mi, yoksa toplum için mi?”
Eskiden sorun buydu. Yani buydu sanatçının derdi… Sanatı ne için yaptıklarını tartışırdı sanatçılar… Kimine göre toplum olmadan sanat olamazdı. İmkânsızdı! Yani birileri görmedikten, duymadıktan sonra, birine bir şey anlatamadıktan sonra ne anlamı vardı ki sanatın…
Kimilerine göre de sanat sanat için yapılırdı! Belki de o sanatı anlayacak toplum yüzyıllar sonra oluşacaktı. Yani bugünün toplumu anlamasa da, gelecekte bir gün anlaşılacaktır sanat değeri olan eser.
Şimdilerde ise “Globalleşen dünya” ile birlikte soru da sorun da değişiverdi: “ Sanat sanat için mi yoksa sanat para için mi?” diye sorar oldu sanatçılar... Bir anda çıkartılıverdi aradan toplum. “Ya sanatı sanat için yap, entel ol; ya da sanatı para için yap, zengin ol!” deniverdi gençlere, 1980 sonrasında her iş kolunda söylendiği gibi. Yaşam desturu olarak, kendi paçasını kurtarmayı edinen gençler için sanat; artık kendini, fikrini, ideolojisini, hayallerini, düşlerini, aşklarını ifade etmek için bir araç olmaktan çok şöhret ve paranın dayanılmaz hafifliği artık! Gençleri 1980 sonrası uygulanan sistemli politika buna sürükledi, peki kabul!
Ya altmış yaşını deviren ustalara ne demeli? Dünyevi görüşlerini, eleştiri haklarını, ideolojilerini, inançlarını üç para karşılığında siyasi partilere ve onların hizmet araçları olan Belediyelere oyun kisvesi altında satanlara ne demeli? Bir yandan “AKM yıkılamaz!” diye timsah gözyaşları dökenler, “Muhsin Ertuğrul Sahnesini bu zihniyete yıktırmayız!” diye nutuk atıp, iktidarın ve onun uzantısı olan Büyük Şehir Belediyesi’nin ümmetçi zihniyetine karşı duranlar, o eleştirdikleri zihniyet kesenin ağzını açınca, beş oyun için bilmem kaç lira para teklif edince sus pus kesildiler. Ve oyunlarını o zihniyet adı altında oynamayı maalesef kabul ettiler. Sanatı sanat için değil para için yaptıklarını cümle âleme ilan ettiler.
Oysa Namık Kemal Vatan Yahut Silistre’yi oynarken sahneden alınıp götürülmemiş miydi hapishaneye, karşı durduğu zihniyet tarafından… Kabul eder miydi acaba Namık Kemal, beş oyununu satın alsaydı karşısındakiler, başka bir oyun oynamayı ya da değiştirmeyi oyununu?
Aziz Nesin üç kuruş paraya iktidar için oyun yazar mıydı acaba, ya da kabarenin taşlamalı eleştirel zihniyetinden vazgeçer miydi Haldun Taner, beş oyunluk üç para karşılığında?
Ustalarından fikrin ve düşüncenin paradan önemli olduğunu gören “usta”larımız, bedellerini açıklıyorlar fikirlerinin ve diyorlar ki herkese açık seçik “Bizim sanatımız para için!”
Ustası böyle diyen çıraklardan gelecekte fikrinin arkasında duran, sanatı toplum için yapan bir usta çıkmasını beklemek abesle iştigal etmek olur herhalde.
Ama biz yine de abesle iştigal edelim ve fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür sanatçılar yetişmesi için çabalamaya devam edelim.
Kemal OKAN